20 Nisan 2017 Perşembe

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN





İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN – SABAHATTİN ALİ

"İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

    Bir roman ancak bu kadar canlı anlatılabilirdi sanırım. Roman karakterleri sanki karşınızda oturuyor ve bizzat sizinle dertleşiyor hissi veriyor. Karakter çözümlemeleri o kadar sahici ki elinizi uzatsanız dokunabilecek gibi oluyorsunuz. Yazar, karakterlerin iç hesaplaşmalarını karakter betimlemeleri yaparak okuyucuya çarpıcı bir şekilde aktarmıştır. Bundan dolayıdır ki  okuduğumuz her karakteri çok kolay bir şekilde kafamızda canlandırabiliyoruz. Sabahattin Ali bu anlamda bu eserinde karakter tanımlamalarını ve psikolojik çözümlemelerini en başarılı bir biçimde okuyucusuna ulaştırmıştır. İnsanın iç dünyasını ve iç hesaplaşmalarını betimlerken o insanları çok iyi derecede tanımamızı sağlamıştır. Kişinin yaşadığı psikolojik durumunu gözler önüne canlı bir şekilde sermiştir.

    Ömer ile Macide romanımızın baş kahramanları. Ömer felsefe öğrencisi, Macide ise konservatuar öğrencisidir. Macide Balıkesir’den ailesinin yanından okulunu okumak için İstanbul’daki akrabası Emine Teyzesinin evine yerleşmiştir. Bir gün Macide Emine Teyze’yle  vapurdayken Ömer onu görür ve ona bir anda tutulup aşık olur. Ne şanstır ki Ömer Emine Teyze’yi tanımaktadır. Daha önceleri ara sırada gittiği Emine Teyze’nin evine Macide sebebiyle daha sık gitmeye başlar. Bir gün Macide ev halkıyla tartışır ve evi terk etmek zorunda kalır. İşte bu olaydan sonra Macide ve Ömer ilişkisi büyük bir hız kazanır. Macide Ömer’le bir pansiyona yerleşir ve yaklaşık üç ay kadar birlikte yaşarlar. Ömer Macide’yi ne kadar çok sevse de içindeki şeytan sürekli ona engel olmaktadır. Bir insanın ne kadar iyi ve aşık görünse de çaresiz olduğunda kötü yollara başvurduğunu görürsünüz. Ömer psikolojik bunalımlar  yaşayarak başka bir kişiliğe dönüşür sürekli. Kendisiyle daima savaşır haldedir, memnun olmadığı taraflarını değiştirmek için debelenip durur. Bu değişimi ve savaşı karşısında Macide’nin sabrını da tebrik etmek gerekir doğrusu.

    Ömer’in ikinci bir karaktere bürünmesinin bir diğer sebebi de aydın gibi görünen fakat içi boş arkadaşlarıdır. Bu arkadaşlarının yanında bambaşka bir kişiliğe dönüşüp Macide’nin iğrendiği bir insan olur. Ömer parasal bakımdan o kadar zor durumdadır ki bu sebeple bu arkadaşlarına muhtaç tır. Macide ise bu arkadaşlarından hiç haz etmez, sürekli onlardan uzaklaşmaya çalışır. Ne yazık ki gün gelir Ömer’den de uzaklaşmak istemek zorunda kalır.

   Ömer’in o mükemmel aşkına şahit olduktan sonra  nasıl böyle hızlı bir biçimde kişiliği değişime uğrar diye sorgular durursunuz kitabı okurken. Ömer’in içindeki şeytan mıdır bunu yapan? Yoksa bu sadece bir bahane mi? Kitabın sonuna doğru yazar çok anlamlı bir biçimde yanıt verir bu sorulara. Ömer karakterini kendinizle özleştirir ve düştüğü yanlışlardan sonra sığındığı içindeki şeytanı kendinde aramayan olmamıştır herhalde. Çoğumuz şeytanı bahane ederek benzer hatalara düşeriz bence. Bu bakımdan bu kitapta kendisini bulan çok olmuştur ki bu da kitabın en önemli özelliğidir.


    Kitabın sonuna gelindiğinde yazara bir kez daha hayran kalmamak mümkün değil. Okuyucu şöyle bir aynada kendine bakar ve hikayade kendinden bir pay çıkarır. Yazar’dan dersini alır ve kendisiyle alakalı bir yargıya ulaşır muhakkak. Gerçekler yüzüne birer birer çarpar. Ne kadar başlarda reddetsen de gerçekleri kabul ederek kapatırsın sayfaları.



11 Nisan 2017 Salı

ŞEKER PORTAKALI






ŞEKER PORTAKALI - JOSE MAURO DE VASCONCELOS


''Öldürmek, Buck Jones’un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! Hayır. Onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek…Ve bir gün büsbütün ölecek. ''

    Sanırım bu kitabı daha önce okuduğumda  ilkokul 4 ya da 5. Sınıfa gidiyordum.  Şimdi 27 yaşındayım ve daha yeni okuyorum tekrardan.  Fakat hikayeyi hiç hatırlamadan, sıfırdan okudum ve neden bu kadar geç kalmışım diye kendime kızdım. Küçükken okuduğumda da bugün okuduğum gibi sarsılmışımdır muhakkak. Kitabı okurken gözyaşlarıma engel olamadım ve ilk defa bir kitabı okurken ağladığımı görüyorum. İnsanın yüreğine dokunan, çocukluğundan izler bulduğu ve acıma duygusunu tavana çıkaran muhteşem bir eser. Ben bu yaşımda okurken bu kadar etkileniyorsam küçük yaşta okuyanlarda nasıl bir etki yaratıyordur merak ediyorum açıkcası. Fakat bu kitabı okuyan bir çocuk kesinlikle hayata daha hassas, daha anlamlı ve bilinçli yaklaşacaktır buna da eminim.
    
    Kitap 5 yaşındaki Zeze isimli bir çocuğun hayatını anlatmaktadır. Zeze, Portekiz’de yaşayan kalabalık nüfuslu yoksul bir ailenin çocuğudur. Diğerlerinden farklı olarak zeki, duyarlı ve hassas bir çocuktur ve bir o kadar da yaramaz... Okuma yazmayı erkenden söktüğü için erkenden okula başlamıştır. Öğretmeni onun ne kadar zeki ve farklı bir çocuk olduğunun farkındadır. Zeze, yaramazlıklarından ötürü mahalleden sürekli tepki alan ve ailesinde öldüresiye dayak yiyen bir çocuktur. Ailedekiler eksikliklerini Zeze’yi döverek çıkarmaktadırlar. Onlar Zeze’yi her dövdüğünde o acıları siz yüreğinizde hisseder, gözyaşlarınıza engel olamazsınız. Bu acı zamanlarda sığındığı Şeker Portakalı ağacı onun tek dostudur.  Çoğu zamanını onun yanında geçirir, onunla dertleşir ve onunla eğlenir. Babası, iş bulamayan çocuklara bakamayan biridir. Bu nedenle hırsını çoğu zaman Zeze’yi öldüresiye döverek çıkartır. Zeze’nin ailesinde kendisini en yakın hissettiği kendisi gibi sarı olan ablasıdır. Ablası onu sürekli yediği dayaklardan kurtarır ve ona yardımcı olmaya çalışır. Bir gün Zeze kendisine yakın olan bir kişiyle tanışır ve bütün hayatı o olur. Onun yanındayken daha mutlu, daha özgür ve umutludur hayattan.  Zeze için duygusal çöküş yaşarken bir anda umut dolu bir hayata şahitlik eder okuyucu. Kalbinin bir yerlerinde umut yeşerir ve sıkıca bağlanırsın o umuda Zeze’yle birlikte. Ağlarken gülüyor olarak bulursun kendini, sayfaları üst üste hızlıca çevirip bu mutluluğa ortak olmak istersin. Derken bir anda her şey yine alt üst olur ve öyle bir şey olur ki hikayenin alt üst olduğu gibi okuyucu da dibe vurur.  Gözyaşlarının hüngür hüngür aktığı o bölümü ne anlatabilirim ne de yazabilirim. Onu okuyarak daha iyi anlayacaksınız.

    Yazar Vasconcelos’un çocukluğundan da izler taşıyan bu eser herkesin okuması gerektiği klasikler arasında yer alır. Okunması gereken kitaplar arasında kesinlikle ilk sıralar yer alır. Kitabın devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek de merak ettiklerimin ve en kısa zamanda okuyacaklarımın arasında.  Bu kitabı okuduktan sonra hayata farklı bakış açısıyla bakar insan. Kendine dönüp kendini yargılayacağın, yaşadığın hayata bakıp hayatını eleştireceğin bir farkındalık yaratacaktır. Kişiye bir şeyler katan, daha hassas ve duyarlı olacağın duygulara yönlendirir. Eğer hala okumadıysanız geç kalmadan muhakkak okumanızı tavsiye ederim. 


6 Nisan 2017 Perşembe

MİLENA'YA MEKTUPLAR







MİLENA’YA MEKTUPLAR – KAFKA


''Burada olmadığınızı söylersem aslında kendime deli demeliyim.  O kadar kuvvetli  bir şekilde hissediyorum ki burada olduğunu...''

    Günümüz aşklarına örnek olacak muhteşem bir aşk. beş sene süren aşkta birbirlerini sadece üç kez gören Kafka ve Milena... Sadece mektuplaşmayla Kafka’nın Milena’ya olan büyülü ve ümitsiz aşkına şahitlik ediyorsunuz kitapta.
   
    Kafka, iki kez aynı kızla olmak üzere 3 kere nişanlanmış ve sonrasında ayrılmıştır. Kendisi gibi verem hastası, eserlerini Çekce’ye çeviren ve evli olan Milena’ya aşık olmuştur.  5 yıl boyunca sürekli mektuplaşan çiftten sadece Kafka’nın mektuplarına ulaşılmıştır. Dolayısıyla sadece Kafka’nın Milena’ya olan tutkusu yer almaktadır kitapta. Çok görüşmek istedikleri halde yüz yüze sadece üç kere görüşebilmişlerdir.  Okurken bu üç günün Kafka için ne kadar değerli olduğunu, bu üç günün bütün hayatındaki en unutulmaz günler olduğunu görüyorsunuz.  Kafka bütün hayatını bu mektuplara adar ve Milena'dan gelen mektupları beklemekle geçer bütün zamanı. Kendisine gelen mektupları defalarca okur, her okuyuşunda yeni anlamlar yükler mektuplarına. Mektupların tek taraftan olması bazen okuyucuyu sıkar ve meraklandırır. Fakat Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan az bile olsa Milena’nın nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna, nasıl yaşadığına ait fikirler edinilir. Kafka'nın yazdıklarına göre Milena, Kafka gibi verem hastasıdır, kocasına çok bağlıdır. Her defasında kocasından ayrılamayacağını dile getirir.
   
    Kitabın anlatım biçiminde Kafka’nın sürekli kendinden ve aşkından bahsedildiği görülür. Bu nedenle yazar kendini sürekli olarak yineler ve aynı düşüncelerin etrafında dolanıp durur kimi zaman. Yani on beş sayfa sonrasında da yine aynı durumdan bahseder. Dolayısıyla bu biraz okuyucuyu sıkabilir ve kitabın sonuna getirmede geciktirir. Ama Kafka’nın aşkı o kadar masum ve derindir ki bu aşkın sonunu öğrenmekten de kendinizi alamazsınız.      

    Kafka ve Milena birbirlerine kavuşamazlar, aşkları mektuplarla kalır. Fakat onları güzelleştiren de bu imkansız aşklarıdır. Kavuşsalardı bir aşk bu kadar güzel bir şekilde dile getirelemezdi. Kafka’nın bu güzel aşkını görünce böylesine derin ve saf bir sevgiye hayranlık duyuyorsunuz. Keşke bütün aşklar bu derece içten ve değerli olsa demeden geçemeyeceksiniz. Aşk romanları okumaktan zevk alanlar için mükemmel bir kitap, okumadan geçmeyiniz.

3 Nisan 2017 Pazartesi

TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE








TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE - HARPER LEE

''Çirkin bir sözcük olan ön yargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: İkisi de mantığın bittiği yerde başlar.''

    Bülbülü Öldürmek’i okuyan biri olarak Tespih Ağacının Gölgesi’nde isimli kitabı büyük
merakla okudum. Tespih Ağacının Gölgesinde, Bülbülü Öldürmek 'in devamı niteliğindedir. Beklentimi karşıladı mı orası biraz tartışılır. Kitap, Bülbülü Öldürmek’i geçemeyen, gölgede bırakmayan bir içeriğe sahip. 1. kitapta olay akıcılığı daha fazlayken 2. kitapta konu daha durağandır. Bülbülü Öldürmek’te 1. Şahıs anlatım hakim, bu eserde ise daha çok 3.şahıs anlatım görmekteyiz. Aslında anlatım sürekli değişmektedir.  Ayrıca kitabın devamı yoktur, yazarın son eseridir. Bu bakımdan kesinlikle bir çırpıda okunmaması gereken, hazmederek okunması gereken bir kitaptır.

    Harper Lee’nin 55 yıl sonra yazdığı kitap, başkahraman Scout’un 20 yıl sonrasında yaşadığı
Newyork şehrinden kendi küçük kasabasına dönüşünü ele alır. Hikayeye farklı kahramanlar
girse de olaylar aynı kahramanların çevresinde gelişmektedir. Atticus yine aynı şekilde adalet
ve eşitliği simgeleyen bir karakter gibi görünse de kızı Scout’un gözünde durum pek öyle
değildir. 26 yaşındaki Scout kasabaya döndükten sonra babasıyla alakalı büyük hayal
kırıklığına uğramaktadır.

    Atticus’a bir kez daha hayran olabileceğiniz bu kitapta baba-kız ilişkisi daha net
görülmektedir. Kitap boyunca adalet muhakemesi üzerinde durulur. Bu muhakeme süreci
yine adalet, haksızlık ve eşitlik başlıkları altında toplanır. İlk eserde olduğu gibi bu kitapta da
adaletten çok fazla uzaklaşmayacaksınız. Fakat ilk eserde adalet temasının daha çok
hissedildiği fark edilir. Belki bu ilkinde olay örgüsünün daha hareketli, daha akıcı
olmasındandır.

    Tespih Ağaçlarının Gölgesinde de istenilen tadın alınmaması sanırım hikayeye bir eksikle başlanmasından. Bu nedenle daha kitabın ilk sayfalarında okuyucu buruk başlamakta okumaya. Bazen ne gerek vardı böyle bir şeye demekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu eksikliğin ne olduğunu merak ettiniz mi? Bir an önce okumaya başlayıp öğrenmeye ne dersiniz…