12 Aralık 2017 Salı

ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR - J.D. SALINGER





“Bir insan öldü diye onu sevmekten vazgeçmek zorunda mısın, Tanrı aşkına; özellikle de, hayatta olanlardan bin kez daha iyi kalpli bir insansa?” J. D. Salinger - Çavdar Tarlasında Çocuklar

🔸 Öncelikle şunu söylemeliyim ki kitabı okurken sonunda ne olacak acaba, olayların sonu neye varacak diye merak ediyordum. Derken kitabı okudukça Holden’in dünyasına kaptırmış bir şekilde buldum kendimi. Dolayısıyla sonunun önemi pek kalmamaya başladı ki sonuna geldiğimde çok farklı bir durumla karşılaşmadım. O yüzden sizlere söylemeliyim ki klasik ya da sürpriz bir son beklemeyin. Olay akışı çok tekdüze ilerliyor.
🔸Kitap Holden’ ın okuldan kovulmasıyla başlayıp psikiyatri tedavisiyle son buluyor. 20li yaş grubundan bir gencin yaşadığı psikolojik durum anlatılıyor. Holden farklı bir bakış açısına sahip, bana kalırsa aşırı doğal, olanı olduğu gibi algılayıp yorumlayan bir karakter. Fakat bu durumu onu bulunduğu ortamdan dışlanmasına sebep oluyor. Sanırım hayatta tek sevdiği şey sadece kardeşleri. Bunların dışında herkesten her şeyden nefret eden, dünyaya insanlara biraz olumsuz bakan bir karakter. Ama bence zaten böyle olduğu için o böyle bakıyor, olanı olduğu gibi kabulleniyor ve eleştiriyor.
🔸Kitap boyunca çevresindeki insanları okuyacaksınız ve bunları o kadar iyi gözlemleyip tasvirlemiş ki... O kişileri anlattıkça çevrenizden birilerine benzeteceğinize eminim. Karakterler çok bizden, her gün karşılaştığımız yapay insanlardan. Zaten kitap da yapaylığa bir başkaldırı niteliğinde.
🔸Pek çoğunun boş olarak nitelendirdiği bir eser. Evet çok fazla bir bilgi vermiyor okuyana. Fakat dikkate alınırsa gençlik psikolojisi hakkında ince detaylar veriyor okuyucuya. Topluma yabancılaşmış bir gencin yapaylıktan uzak durduğu ve gözlemlerine dayanan psikolojik bir çözümleme diyebiliriz bu eser hakkında.

9 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK VE ACI - RAUDA JAMIS

 
 
 
 
 
 
 
“Neden yürümek için ayaklarım olsun ki, uçmak için kanatlarım var.”

🕊 Bu cümleleri söyleyen biriydi işte Frida. Yaşadığı onca acıya, yaşam mücadelesine rağmen bardağın dolu tarafına bakan biri. Bu kitapta da Frida’nın kazadan sonra yaşadığı acı yüklü bir beden ve bu bedenden gelen müthiş bir resim yeteneği anlatılmaktadır. Frida' nın yaşadığı beden acısını yarattığı resimler bastırmaktadır. Bu acılar sayesinde onlarca portre yaratmış, onlarca eserler vermiştir. Hayata tutunmasını sağlayan yataktayken, hastanedeyken yarattığı resimleridir.

🕊Peki ya aşkları? Diego! Diego onun hayatında en büyük yer edinen aşkı, eşi ve destekçisi. Fakat aynı zamanda ne yazık ki en büyük derdi, hem derdi hem dermanı. Tam bir şıpsevdi sürekli kadınlarla olan biri Diego. Fakat en sonunda vardığı yer yine Frida’nın yanı. Fridanın da Diego’nun dışında aşkları olmamış değil. Bulunduğu ortamda sürekli dikkat çeker, ilgi odağı olurdu ve dolayısıyla peşinde olan çoktu.

🕊Bu kitapta aslında Frida’nın yaşamını okudukça onun eserlerini de okuyoruz. Tablodakiler yaşamının ta kendisi. Bu tablolarında verilen mesajları kitabı okudukça daha da anlamlandırıyorsunuz. Ayrıca kitap çok akıcı, biyografik bir eser. Frida, kendini anlatmış gibi hissediyorsunuz, bu anlamda bir otobiyografik eser tadı veriyor.

23 Eylül 2017 Cumartesi

İNCİ ARAL - SEVGİLİ




‘Bütün olanaklarımız yitse de, bütün silahlarımız elimizden alınsa da her zaman direnmek için yeni yollar bulunur, yeni çözümler hiçbir zaman tükenmez.’


    Yazar İnci Aral’ın Yılmaz Güney’in hayatından esinlenerek yazdığı biyografi tadındaki bir aşk hikayesi. Kitap, Yılmaz Güney’in hayatını anlattığı gibi bir dönemin Türkiye'sini, 1965-1985 siyasi olaylarını da çarpıcı bir şekilde ele alır. Gerek Yılmaz Güney’in siyasi kimliği, gerekse sinemaya verdiği önem romanda fazlasıyla yerini alır. Yılmaz Güney’i tam anlamıyla tanımayan biriyseniz bu eser sayesinde Yılmaz Güney’le tanışacağınıza ve hayran kalacağınıza eminim. Roman; Yılmaz Güney’in halktan yana olduğunu, gücünü halktan aldığını, ezilenlerin ve kaybedenlerin sesi olduğunu gösterir.

    Yılmaz Güney’in adalet arayışından öte Fatoş Güney’le yaşadığı büyük aşk kitaba asıl damgasını vuran kısımdır. Kabadayı, sert olarak bilinen bir adamın sevdiği kadına karşı nasıl yürekli,  sadık ve iyimser olduğunu gösterir. Kitap bu bakımdan bir sadakat ve dayanışma hikayesidir. Bütün zorluklara ve engellere rağmen sevginin aşkın gücünün ne kadar büyük olduğunu gözler önüne serer.  Evlilikleri birliktelikten çok ayrılıklarla geçmiş, Fatoş Güney, Yılmaz Güney hangi ceza evine hapsedilirse onun peşinden gider ona dışarıdan da olsa eşlik eder. Fatoş Güney’in sadakati, sevgisi ve sabrı sebebiyle kendisine hayran kalmamak elde değil. Öyle ki kitabı okurken sürekli  internetten Fatoş Güney’in kim olduğunu araştırır oldum.

    Bir aşk hikayesinin yanında Yılmaz Güney’in sinema anlayışı ve sanatı kitapta gözler önüne serilir. Dünya Sineması’nda adından sıklıkla söz ettiren Güney, aldığı ödüllerle başarısını kanıtlar. Eserlerinin büyük kısmını hapishaneden  yakın arkadaşlarıyla gerçekleştirir. Ciddi bir emek işi olan projeleri büyük bir yankı uyandırır. Projelerinin içeriği sebebiyle sürekli engellenmiş olsa da bunların ne kadar değerli olduğunu fakat kendi ülkesinde umduğunu bulamadığını anlatır kitap.

    Kitap önceleri film amaçlı yazılmış olsa da daha sonra yönetmenin fazla siyasi bulması ve yeterince evlilik hikayesi barındırmaması sebebiyle iptal edilmiştir. Bu sebeple de İnci Aral’ın elinden roman olarak elimize ulaşır. Eser, Yılmaz Güney’den Yavuz Günay olarak bahsetmiş, hayali bir kahraman olarak gösterilmiştir. Bunun sebebi de yazarın eseri biyografi özelliği taşımasını istemeyip kahramanı kendisinin yeniden yaratmak istemesindendir.


    Kitap Yılmaz Güney’i yakından tanımak isteyen okurlar için zengin içeriklere sahiptir. Özellikle de aşk hikayeleri seviyorsanız beklediğinizi bulacağınıza eminim. Bununla birlikte sanata da değinip, Türkiye’deki siyasi olaylar hakkında da bilgi sahibi olursunuz. Aşk Yılmaz Güney’in siyasi kimliğiyle başarılı bir şekilde harmanlanmıştır. Okurken pişmanlık duymayacaksınız. 


11 Mayıs 2017 Perşembe

OLAĞANÜSTÜ BİR GECE



OLAĞANÜSTÜ BİR GECE – STEFAN ZWEIG

‘Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan, bütün insanları anlar.’

Stefan Zweig’ın yine farkını gösterdiği bir eser. İlk kitabı Satranç’tan sonra büyük bir istekle, büyük bir merakla elime aldım kitabı. Kitap baş kahramanın başından geçen bir günü anlatır. Karakterin bir gününü yetmiş sayfaya sığdırmış yazar. Kitabı bitirdikten sonra kitaba doyamıyorsunuz, bu kadar erken bitmemeliydi demekten alamıyorsunuz kendinizi. Yetmiş sayfa dolu dolu, hiçbir eksiği olmadan kısa ve öz aktarılmış okuyucuya. Yine bir insanın psikolojik durumu o kadar yalın ve derin anlatılmıştır ki karakterle empati kurmaktan yapamazsınız kitabın sonuna kadar.

Kimi zaman gündelik işler o kadar yorar ki bizleri, kendimizi dinlemeye vakit bulamayız. Kendimizle yüzleşmekten, duygularımızı açığa çıkarmaktan korkarız. Robotlaşırız ve duygularımızı köreltiriz. Bir süre sonra da bu durum can sıkıcı bir hal almaya başlar. Yalnız olmaktan, duygusuz yaşamaktan sıkılır ve bilmediğimiz o duyguları tatma isteği yeşerir  içimizde. Olağanüstü Bir Gece’de duyguları bastırılmış, burjuva ortamında yetişen, istediği her şeye sahip olan fakat bunlardan hiçbir şekilde haz almayan bir karakter görüyoruz.  Yalnızlıktan bunalmış, diğer insanların dikkatini çekmeye çalışan ve heyecan duymak isteyen birinin serüvenine tanıklık ediyoruz. İçinde unuttuğu bazı duyguları gün yüzüne çıkarmak istiyor ve bunun için sokakta sürekli tanımadığı insanlarla muhattap oluyor. Kimi zaman onlardan aradığı duyguları alıyor, kimi zamansa sadece acı çektiriyor kendine. Fakat hiçbir şekilde kaçmıyor olanlardan. Üstüne üstüne giderek daha da batmak istiyor en derine.

Başkahramanımız kendini bulmak istiyor adeta. Olaylar karşısında nasıl tepki vereceğini, içinde ne tür duygularının uyanacağını öğrenmek ister. Kitabın sonuna kadar da bu arayışı devam eder. 
Yaşayacağı bütün olumsuzlukları göze alarak en berbat durumlarla karşılaşmak ister. Bu nedenle kesinlikle kaçmaz başına geleceklerden.  En son yaşadığı bir olay onu zirvede bırakır. Bu olay sayesinde kendini bulur ve duygularının farkına varır. Kendi kabuğundan çıkar ve tutkularının ve heyecanının tadına varır.

Her okuyanın kendinden bir taraf bulduğu muhteşem bir kitap.  İnsan duygularına tercüme olan mükemmel bir ruhsal analiz yaratmış Stefan Zweig bu eserinde. Satranç’ta da buna benzer ruhsal durumlarla sıkça rastlaşmıştık. Okuduğum bu iki eserle de yazar hakkında şunu söyleyebilirim: Yazar psikolojik analiz yapmada tamamen bir usta. İnsanı o kadar iyi tanıyor ki bu sayede bizler de kendimizi ve etrafımızdaki tanıma fırsatı buluyoruz. Kısa ve öz anlatımıyla her kesimin rahatça okuyabileceği bu kitap şiddetle tavsiyemdir.

4 Mayıs 2017 Perşembe

SATRANÇ




SATRANÇ – STEFAN ZWEIG


‘Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz.’

Stefan Zweig’la onun son kitabı olan Satranç’ı okuyarak tanıştım. Yazarın son eseri benim ilk Stefan Zweig kitabım oldu fakat öyle sanıyorum ki devamı çok çabuk gelecek. Kısa, insanı yormayan hikayeleriyle kitap okumayı sevmeyen insanları bile kendine bağlayacak bir etkiye sahip.  Bunda yazarın psikanalizle ilgisinin de büyük bir katkısı vardır. Stefan Zweig bu eserinde karakterleri ve olayları psikolojik açıdan o kadar iyi yansıtmış ki sayfaları hızlıca, soluksuz çevirip merakla ne olduğunu öğrenmek isteyeceğinize eminim. Farkında olmadan karakterlerle psikolojik bir bağ kurmaktan kaçamazsınız. Bu açıdan bilinçaltını etkileyebilecek  bir kitap olduğunu söyleyebiliriz.

Bir insanın nasıl yalnız kalamayacağını, kaldığında ise psikolojisine ne derecede zarar verdiğini gözlerinizle görmüş kadar olabilirsiniz. Kişi varlığını sürdürebilmek için muhakkak bir başkasının varlığına muhtaçtır. Sizi tek başınıza alıp bir mekana koysalar kendinizle ya düşman olursunuz ya dost. İşte bu kitapta da karakterimizin kendisine nasıl dost, düşman ve rakip hale geldiği gösterilir. Burada yazarı da tebrik etmek gerekir ki  yazar psikolojik birikimini de kullanarak karakterlerin ruhsal bunalımlarını canlı bir şekilde tasvir etmiştir.

Satranç’ın hikayesine baktığımızda Amerika’dan Arjantin’e yapılan bir gemi yolculuğunda bir araya gelen Czentovic ile Dr. B’nin başından geçenlere şahitlik ederiz. Czentovic hırslı ve kibirli dünya satranç şampiyonu Dr. B ise hayatında canlı olarak hiçbir şekilde satranç oynamamış fakat satrançtan bir o kadar iyi anlayan bir karakter fakat bununla birlikte satranç dışında hiçbir şeyi idrak edemeyen saf bir karakter. Bu iki karakterimiz bu gemide bir satranç turnuvasıyla karşı karşıya gelirler. Dr. B’nin satrancı bu denli nasıl bildiği de hikayenin düğüm noktası. Bu düğümü okuyarak, o anlara bizzat şahitlik yaparak öğrenmenizde fayda var derim.

Stefan Zweig iyi eğitim almış, Yahudi zengin bir ailenin oğludur. Dünya savaşı sırasında Nazilerden kaçarak Avusturya’dan Brezilya’ya yerleşmiştir. Ne var ki bu son eserinde Dünya Savaşının ve Nazilerin büyük etkisi görülmektedir. Satranç’ta sembolik olarak Nazi – Yahudi karşılaştırmasının yapıldığına rastlarsınız.  Czentovic kazanma hırsı ve kendinden emin tavırlarıyla Nazileri, Dr. B ise kapana kısılmışlığı ve yaşadığı ruhsal çöküşüyle savaşın etkisindeki Yahudileri sembolize eder. Bununla birlikte kitabı okurken pek çok benzetmelere daha rastlarsınız. 

Yazar bu kitabını yayınladıktan sonra dünyanın bütün savunduğu  değerlerini kaybettiğine inanarak 1942 yılında eşiyle birlikte intihar eder. Nazilerin savaştaki son başarısı onun için kırılma noktası olur ve kendi isteğiyle bu hayattan eşiyle birlikte uzaklaşmak ister. Düşünüldüğünde yazar gerçekten de insana acı veren bir hikayeye sahiptir. Hikaye yazarın yaşadıklarıyla özdeşleşince daha can alıcı olur, daha da yaralar okuru. Bu nedenle yazarın hayatına biraz dokunup bir döneme tanıklık etmek isterseniz okuyabileceğiniz en başarılı eserlerden biri. Eminim ki benim gibi diğer eserlerini okumak için sabırsızlanacaksınız.

20 Nisan 2017 Perşembe

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN





İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN – SABAHATTİN ALİ

"İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

    Bir roman ancak bu kadar canlı anlatılabilirdi sanırım. Roman karakterleri sanki karşınızda oturuyor ve bizzat sizinle dertleşiyor hissi veriyor. Karakter çözümlemeleri o kadar sahici ki elinizi uzatsanız dokunabilecek gibi oluyorsunuz. Yazar, karakterlerin iç hesaplaşmalarını karakter betimlemeleri yaparak okuyucuya çarpıcı bir şekilde aktarmıştır. Bundan dolayıdır ki  okuduğumuz her karakteri çok kolay bir şekilde kafamızda canlandırabiliyoruz. Sabahattin Ali bu anlamda bu eserinde karakter tanımlamalarını ve psikolojik çözümlemelerini en başarılı bir biçimde okuyucusuna ulaştırmıştır. İnsanın iç dünyasını ve iç hesaplaşmalarını betimlerken o insanları çok iyi derecede tanımamızı sağlamıştır. Kişinin yaşadığı psikolojik durumunu gözler önüne canlı bir şekilde sermiştir.

    Ömer ile Macide romanımızın baş kahramanları. Ömer felsefe öğrencisi, Macide ise konservatuar öğrencisidir. Macide Balıkesir’den ailesinin yanından okulunu okumak için İstanbul’daki akrabası Emine Teyzesinin evine yerleşmiştir. Bir gün Macide Emine Teyze’yle  vapurdayken Ömer onu görür ve ona bir anda tutulup aşık olur. Ne şanstır ki Ömer Emine Teyze’yi tanımaktadır. Daha önceleri ara sırada gittiği Emine Teyze’nin evine Macide sebebiyle daha sık gitmeye başlar. Bir gün Macide ev halkıyla tartışır ve evi terk etmek zorunda kalır. İşte bu olaydan sonra Macide ve Ömer ilişkisi büyük bir hız kazanır. Macide Ömer’le bir pansiyona yerleşir ve yaklaşık üç ay kadar birlikte yaşarlar. Ömer Macide’yi ne kadar çok sevse de içindeki şeytan sürekli ona engel olmaktadır. Bir insanın ne kadar iyi ve aşık görünse de çaresiz olduğunda kötü yollara başvurduğunu görürsünüz. Ömer psikolojik bunalımlar  yaşayarak başka bir kişiliğe dönüşür sürekli. Kendisiyle daima savaşır haldedir, memnun olmadığı taraflarını değiştirmek için debelenip durur. Bu değişimi ve savaşı karşısında Macide’nin sabrını da tebrik etmek gerekir doğrusu.

    Ömer’in ikinci bir karaktere bürünmesinin bir diğer sebebi de aydın gibi görünen fakat içi boş arkadaşlarıdır. Bu arkadaşlarının yanında bambaşka bir kişiliğe dönüşüp Macide’nin iğrendiği bir insan olur. Ömer parasal bakımdan o kadar zor durumdadır ki bu sebeple bu arkadaşlarına muhtaç tır. Macide ise bu arkadaşlarından hiç haz etmez, sürekli onlardan uzaklaşmaya çalışır. Ne yazık ki gün gelir Ömer’den de uzaklaşmak istemek zorunda kalır.

   Ömer’in o mükemmel aşkına şahit olduktan sonra  nasıl böyle hızlı bir biçimde kişiliği değişime uğrar diye sorgular durursunuz kitabı okurken. Ömer’in içindeki şeytan mıdır bunu yapan? Yoksa bu sadece bir bahane mi? Kitabın sonuna doğru yazar çok anlamlı bir biçimde yanıt verir bu sorulara. Ömer karakterini kendinizle özleştirir ve düştüğü yanlışlardan sonra sığındığı içindeki şeytanı kendinde aramayan olmamıştır herhalde. Çoğumuz şeytanı bahane ederek benzer hatalara düşeriz bence. Bu bakımdan bu kitapta kendisini bulan çok olmuştur ki bu da kitabın en önemli özelliğidir.


    Kitabın sonuna gelindiğinde yazara bir kez daha hayran kalmamak mümkün değil. Okuyucu şöyle bir aynada kendine bakar ve hikayade kendinden bir pay çıkarır. Yazar’dan dersini alır ve kendisiyle alakalı bir yargıya ulaşır muhakkak. Gerçekler yüzüne birer birer çarpar. Ne kadar başlarda reddetsen de gerçekleri kabul ederek kapatırsın sayfaları.



11 Nisan 2017 Salı

ŞEKER PORTAKALI






ŞEKER PORTAKALI - JOSE MAURO DE VASCONCELOS


''Öldürmek, Buck Jones’un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! Hayır. Onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek…Ve bir gün büsbütün ölecek. ''

    Sanırım bu kitabı daha önce okuduğumda  ilkokul 4 ya da 5. Sınıfa gidiyordum.  Şimdi 27 yaşındayım ve daha yeni okuyorum tekrardan.  Fakat hikayeyi hiç hatırlamadan, sıfırdan okudum ve neden bu kadar geç kalmışım diye kendime kızdım. Küçükken okuduğumda da bugün okuduğum gibi sarsılmışımdır muhakkak. Kitabı okurken gözyaşlarıma engel olamadım ve ilk defa bir kitabı okurken ağladığımı görüyorum. İnsanın yüreğine dokunan, çocukluğundan izler bulduğu ve acıma duygusunu tavana çıkaran muhteşem bir eser. Ben bu yaşımda okurken bu kadar etkileniyorsam küçük yaşta okuyanlarda nasıl bir etki yaratıyordur merak ediyorum açıkcası. Fakat bu kitabı okuyan bir çocuk kesinlikle hayata daha hassas, daha anlamlı ve bilinçli yaklaşacaktır buna da eminim.
    
    Kitap 5 yaşındaki Zeze isimli bir çocuğun hayatını anlatmaktadır. Zeze, Portekiz’de yaşayan kalabalık nüfuslu yoksul bir ailenin çocuğudur. Diğerlerinden farklı olarak zeki, duyarlı ve hassas bir çocuktur ve bir o kadar da yaramaz... Okuma yazmayı erkenden söktüğü için erkenden okula başlamıştır. Öğretmeni onun ne kadar zeki ve farklı bir çocuk olduğunun farkındadır. Zeze, yaramazlıklarından ötürü mahalleden sürekli tepki alan ve ailesinde öldüresiye dayak yiyen bir çocuktur. Ailedekiler eksikliklerini Zeze’yi döverek çıkarmaktadırlar. Onlar Zeze’yi her dövdüğünde o acıları siz yüreğinizde hisseder, gözyaşlarınıza engel olamazsınız. Bu acı zamanlarda sığındığı Şeker Portakalı ağacı onun tek dostudur.  Çoğu zamanını onun yanında geçirir, onunla dertleşir ve onunla eğlenir. Babası, iş bulamayan çocuklara bakamayan biridir. Bu nedenle hırsını çoğu zaman Zeze’yi öldüresiye döverek çıkartır. Zeze’nin ailesinde kendisini en yakın hissettiği kendisi gibi sarı olan ablasıdır. Ablası onu sürekli yediği dayaklardan kurtarır ve ona yardımcı olmaya çalışır. Bir gün Zeze kendisine yakın olan bir kişiyle tanışır ve bütün hayatı o olur. Onun yanındayken daha mutlu, daha özgür ve umutludur hayattan.  Zeze için duygusal çöküş yaşarken bir anda umut dolu bir hayata şahitlik eder okuyucu. Kalbinin bir yerlerinde umut yeşerir ve sıkıca bağlanırsın o umuda Zeze’yle birlikte. Ağlarken gülüyor olarak bulursun kendini, sayfaları üst üste hızlıca çevirip bu mutluluğa ortak olmak istersin. Derken bir anda her şey yine alt üst olur ve öyle bir şey olur ki hikayenin alt üst olduğu gibi okuyucu da dibe vurur.  Gözyaşlarının hüngür hüngür aktığı o bölümü ne anlatabilirim ne de yazabilirim. Onu okuyarak daha iyi anlayacaksınız.

    Yazar Vasconcelos’un çocukluğundan da izler taşıyan bu eser herkesin okuması gerektiği klasikler arasında yer alır. Okunması gereken kitaplar arasında kesinlikle ilk sıralar yer alır. Kitabın devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek de merak ettiklerimin ve en kısa zamanda okuyacaklarımın arasında.  Bu kitabı okuduktan sonra hayata farklı bakış açısıyla bakar insan. Kendine dönüp kendini yargılayacağın, yaşadığın hayata bakıp hayatını eleştireceğin bir farkındalık yaratacaktır. Kişiye bir şeyler katan, daha hassas ve duyarlı olacağın duygulara yönlendirir. Eğer hala okumadıysanız geç kalmadan muhakkak okumanızı tavsiye ederim. 


6 Nisan 2017 Perşembe

MİLENA'YA MEKTUPLAR







MİLENA’YA MEKTUPLAR – KAFKA


''Burada olmadığınızı söylersem aslında kendime deli demeliyim.  O kadar kuvvetli  bir şekilde hissediyorum ki burada olduğunu...''

    Günümüz aşklarına örnek olacak muhteşem bir aşk. beş sene süren aşkta birbirlerini sadece üç kez gören Kafka ve Milena... Sadece mektuplaşmayla Kafka’nın Milena’ya olan büyülü ve ümitsiz aşkına şahitlik ediyorsunuz kitapta.
   
    Kafka, iki kez aynı kızla olmak üzere 3 kere nişanlanmış ve sonrasında ayrılmıştır. Kendisi gibi verem hastası, eserlerini Çekce’ye çeviren ve evli olan Milena’ya aşık olmuştur.  5 yıl boyunca sürekli mektuplaşan çiftten sadece Kafka’nın mektuplarına ulaşılmıştır. Dolayısıyla sadece Kafka’nın Milena’ya olan tutkusu yer almaktadır kitapta. Çok görüşmek istedikleri halde yüz yüze sadece üç kere görüşebilmişlerdir.  Okurken bu üç günün Kafka için ne kadar değerli olduğunu, bu üç günün bütün hayatındaki en unutulmaz günler olduğunu görüyorsunuz.  Kafka bütün hayatını bu mektuplara adar ve Milena'dan gelen mektupları beklemekle geçer bütün zamanı. Kendisine gelen mektupları defalarca okur, her okuyuşunda yeni anlamlar yükler mektuplarına. Mektupların tek taraftan olması bazen okuyucuyu sıkar ve meraklandırır. Fakat Kafka’nın Milena’ya yazdığı mektuplardan az bile olsa Milena’nın nasıl bir kişiliğe sahip olduğuna, nasıl yaşadığına ait fikirler edinilir. Kafka'nın yazdıklarına göre Milena, Kafka gibi verem hastasıdır, kocasına çok bağlıdır. Her defasında kocasından ayrılamayacağını dile getirir.
   
    Kitabın anlatım biçiminde Kafka’nın sürekli kendinden ve aşkından bahsedildiği görülür. Bu nedenle yazar kendini sürekli olarak yineler ve aynı düşüncelerin etrafında dolanıp durur kimi zaman. Yani on beş sayfa sonrasında da yine aynı durumdan bahseder. Dolayısıyla bu biraz okuyucuyu sıkabilir ve kitabın sonuna getirmede geciktirir. Ama Kafka’nın aşkı o kadar masum ve derindir ki bu aşkın sonunu öğrenmekten de kendinizi alamazsınız.      

    Kafka ve Milena birbirlerine kavuşamazlar, aşkları mektuplarla kalır. Fakat onları güzelleştiren de bu imkansız aşklarıdır. Kavuşsalardı bir aşk bu kadar güzel bir şekilde dile getirelemezdi. Kafka’nın bu güzel aşkını görünce böylesine derin ve saf bir sevgiye hayranlık duyuyorsunuz. Keşke bütün aşklar bu derece içten ve değerli olsa demeden geçemeyeceksiniz. Aşk romanları okumaktan zevk alanlar için mükemmel bir kitap, okumadan geçmeyiniz.

3 Nisan 2017 Pazartesi

TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE








TESPİH AĞACININ GÖLGESİNDE - HARPER LEE

''Çirkin bir sözcük olan ön yargı ile tertemiz bir sözcük olan inancın ortak bir noktası var: İkisi de mantığın bittiği yerde başlar.''

    Bülbülü Öldürmek’i okuyan biri olarak Tespih Ağacının Gölgesi’nde isimli kitabı büyük
merakla okudum. Tespih Ağacının Gölgesinde, Bülbülü Öldürmek 'in devamı niteliğindedir. Beklentimi karşıladı mı orası biraz tartışılır. Kitap, Bülbülü Öldürmek’i geçemeyen, gölgede bırakmayan bir içeriğe sahip. 1. kitapta olay akıcılığı daha fazlayken 2. kitapta konu daha durağandır. Bülbülü Öldürmek’te 1. Şahıs anlatım hakim, bu eserde ise daha çok 3.şahıs anlatım görmekteyiz. Aslında anlatım sürekli değişmektedir.  Ayrıca kitabın devamı yoktur, yazarın son eseridir. Bu bakımdan kesinlikle bir çırpıda okunmaması gereken, hazmederek okunması gereken bir kitaptır.

    Harper Lee’nin 55 yıl sonra yazdığı kitap, başkahraman Scout’un 20 yıl sonrasında yaşadığı
Newyork şehrinden kendi küçük kasabasına dönüşünü ele alır. Hikayeye farklı kahramanlar
girse de olaylar aynı kahramanların çevresinde gelişmektedir. Atticus yine aynı şekilde adalet
ve eşitliği simgeleyen bir karakter gibi görünse de kızı Scout’un gözünde durum pek öyle
değildir. 26 yaşındaki Scout kasabaya döndükten sonra babasıyla alakalı büyük hayal
kırıklığına uğramaktadır.

    Atticus’a bir kez daha hayran olabileceğiniz bu kitapta baba-kız ilişkisi daha net
görülmektedir. Kitap boyunca adalet muhakemesi üzerinde durulur. Bu muhakeme süreci
yine adalet, haksızlık ve eşitlik başlıkları altında toplanır. İlk eserde olduğu gibi bu kitapta da
adaletten çok fazla uzaklaşmayacaksınız. Fakat ilk eserde adalet temasının daha çok
hissedildiği fark edilir. Belki bu ilkinde olay örgüsünün daha hareketli, daha akıcı
olmasındandır.

    Tespih Ağaçlarının Gölgesinde de istenilen tadın alınmaması sanırım hikayeye bir eksikle başlanmasından. Bu nedenle daha kitabın ilk sayfalarında okuyucu buruk başlamakta okumaya. Bazen ne gerek vardı böyle bir şeye demekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu eksikliğin ne olduğunu merak ettiniz mi? Bir an önce okumaya başlayıp öğrenmeye ne dersiniz…


28 Mart 2017 Salı

BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK









BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK - HARPER LEE


'Başka insanların yüzüne bakabilmek için ilk önce kendi yüzüme bakabilmeliyim. Çoğunluğa bağlı olmayan tek şey insanın vicdanıdır.'


Irkçılık ve eşitsizlik hiç bu kadar saf ve masum anlatılmamıştı. Hayatında ilk defa duyduğu bu terimler, kitabın baş çocuk kahramanı Scout Finch' in gözünden oldukça yalın bir dille anlatılmaktadır. Adalet, özgürlük ve ayrımcılık konuları Scout 'un büyüyüş hikayesiyle harmanlanarak okuyucuya sunulmuştur. Edebiyatseverlerin büyük ilgi gösterdiği Bülbülü Öldürmek Pulitzer Ödülü ile de adından çokça söz ettirmiştir.

Kitap küçük bir Amerikan kasabasında zenci bir adamın haksız yere suçlanarak toplum tarafından nasıl dışlandığını ele alır. Yazar, bu eserinde  zenci-beyaz ayrımından ötürü toplumun ne derece ön yargılı, baskıcı ve ötekileştiren bir yapısının olduğuna işaret eder. Buna karşıt olarak adaleti temsil eden  Avukat Atticus karakterinin bütün toplum baskılarına rağmen doğru olanı göstermekten vazgeçmediği görülür. Atticus' u okuyup da avukat olma hevesine kapılmayan olmamıştır herhalde? Scout ve Jem Finch' in babası olan Atticus, bütün insanların eşit olduğu, hayatın her alanında adaletli olunması gerektiği bir bilinciyle yetiştirir çocuklarını.  Tabii bu iki meraklı çocuğu yetiştirmek o kadar da kolay değildir. Bu nedenle geleneksel yapıya bağlı olan ablasından yardım alır.

Irkçılık ne kadar çocuk gözünden anlatılsa da hikaye ilerledikçe korkunç bir hal almaktadır. Çocukların fikirleri yetişkinlerin fikirlerini aşıyor çoğu zaman. İki çift küçük göz kocaman gözlerin göremediklerini görüyor. Kocaman insanların gözlerinin önündeki haksızlığı onlar idrak edebiliyor sadece. Bu da insanların toplum baskısından ne derece etkilendiklerini gözler önüne seriyor.

Kitabı okurken bütün insanlar Atticus gibi olsa dünyada adaletsizlik kalmaz demekten alamıyorsunuz kendinizi. Harper Lee, bu kahramanıyla bir idol yaratıyor okuyucuda. Onun gibi olalım, onun gibi olsunlar istiyorsunuz.

Harper Lee'nin yazmış olduğu bu kitabı okuduktan sonra etkisinden kurtulamayacağınıza eminim. Hatta birçok kişiye anlatıp önereceğiniz mükemmel bir eser. Bu kitabı hemen alıp okumalıyım dediğinizi duyar gibiyim. E o zaman size iyi okumalar.


20 Şubat 2017 Pazartesi

SİS VE GECE



SİS VE GECE - AHMET ÜMİT

'Ama aşkta eşitlik olmaz ki zaten. Bazen kefelerden biri, bazen de öbürü ağır basar. Aslına bakarsanız genellikle hep aynı kefe ağır basar ya.'


Daha öncesinde hiç Ahmet Ümit okudunuz mu bilmiyorum ama macera arayanlara tavsiyemdir. Ahmet Ümit, polisiye romanlarıyla ünlü bir yazarımızdır. Eğer bir kitap okurken türlü akıl oyunları, serüven ve gerilim istiyorsanız Ahmet Ümit tam da size göre. 20'den fazla romana imza atan yazar, okuyucuyu İstanbul'un semtlerinde entrika dolu bir gezintiye çıkarır, Beyoğlu'nun ara sokaklarındaki yaşantılara şahitlik ettirir. Ahmet Ümit'in anlatımıyla İstanbul'u daha çok seviyor, Beyoğlu hakkında bilmediklerinizi öğreniyorsunuz. Kitabı okurken kesinlikle sıkılmıyorsunuz, hatta hikayenin devamını sürekli merak edip sayfaları tekrar tekrar çeviriyorsunuz. O da ne! Bir bakmışsın ki kitabın sonuna gelmişsin ve hiç beklemediğin o sürpriz son!

Sis ve Gece'de Sedat ve Mine isimli iki başrol kahramanımızı görüyorsunuz. Sedat evli ve çocuk sahibi bir Mit görevlisi. Aşık olduğu kız Mine'nin kaybolmasıyla bir serüvene başlar. Roman boyunca Mine'yi bulmak için uğraşır ve insan ilişkilerinde bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk boyunca Beyoğlu'nun sokaklarına girer, oradaki yaşantılara tanıklık eder, insanları tanırsınız. Anlatılan insanlar ve mekanlarla İstanbul'un karmaşık etnik yapısına da değinilir. Türkiye'de yaşayan Rumlardan olan Madam Eleni ve kızı Maria'nın hikayesi de bu etnik yapılanmayı destekler.

Madam Eleni'nin engelli kızı Maria'nın kaçırılmasıyla Mine'nin kaybolmasının ilişkili olduğunu düşünen Sedat bu kişilerin peşine düşer. Maria'yı kaçıranlarla Mine'yi kaçıranların aynı kişiler olduğunu düşünür. Bunlar olurken bir yandan da Sedat'ın gözlemci olduğu operasyonda beş kişinin öldürülmesiyle olaylar içinden çıkılamayacak bir hale gelir.

Sona yaklaştığında, katilin tahmini konusunda akılda birçok fikir oluşur. Tahmini oldukça zor hikayede bir Ahmet Ümit klasiği olan şaşırtıcı bir son sizi beklemektedir.